Mesajlar Etiketlendi ‘Dilek Yaraş’

Ruhumuzun Şarkısını Söylemek

Yayınlandı: 10/11/2010 / Dilek Yaraş
Etiketler:

Bir soru takılmaya görsün aklımıza ya da gönlümüze.  O veya bu biçimde mutlaka cevabını alırız. Kaçarı yoktur bunun…

Hele ki soru yeterince ve gereğince içtense yani ruhumuzdan geliyorsa biz onu unutsak bile o bizi unutmaz. En önemsiz ve değersiz sandığımız ego kaynaklı sorular için bile geçerlidir bu kural. (daha…)

Şükretmenin Simyası

Yayınlandı: 23/06/2009 / Dilek Yaraş
Etiketler:

Halimize şükretmenin önemini ne kadar bilsek de, hayatı şükranla yaşamak gerektiğine nice iman etmiş olsak da çoğu zaman unutuyoruz bu güzel duyguyu.

Küçücük bir ayrıntı esir alabiliyor zihnimizi.  Takılıp kalıyoruz orada. Birbirinin benzeri sevimsiz düşünceler dolaşıp duruyor kafamızın içinde.

Hele bir de derdin içine düşmüşsek eğer, insanın canının acıyan serçe parmağında toplanması gibi, sadece o derde odaklanıyoruz. Hayatımızda iyi olan ne varsa silinip gidiyor.

Başımıza gelen dert, gelmiş geçmiş bütün dertlerimizi de çağırıyor yanına ve hepsi birden çörekleniveriyor içimize. (daha…)

Gizemli İnsan!!!

Yayınlandı: 05/06/2009 / Dilek Yaraş
Etiketler:

Bazıları derler ki: Bir ilişkide tarafların birbirinden bıkmaması, sıkılmaması için insanın biraz gizemli olması gerekir.

Hatta yine derler ki: İlk tanıştığınız insana hemen açmayın kendinizi. Yavaş yavaş ortaya çıkarın içinizdekileri ki sizi merak etsin.

Ben de diyorum ki bu koskoca bir YALAN. Hem de tüm zamanların en büyük yalanı.

Yahu, insan dediğin varlık, üç beş kilogramlık kapasitesi belli bir kap mıdır ki, (daha…)

Ve Kalp Susmamış

Yayınlandı: 03/03/2009 / Dilek Yaraş
Etiketler:

Zihin, kalbi türlü türlü oyunlarla, çeşit çeşit hilelerle susturmaya çalışmış. Her an yeni bir oyun kurmuş, en etkili kelimeleri seçmiş kalbin aklını çelmek için.

Bırak, demiş, bırak… İş değil bu senin yaptığın. Haddini bil. Elinin erdiğine dokun. Gözünün gördüğüne bak. Ayaklarının götürdüğüne git, dilinin dediğini söyle. Uğraşma boş işlerle. Ötesi yok işte, görmüyorsun…

Kalp görmez. Kalp işitmez. Kalp gitmez. Aklını başına topla. Çek kalbinden. Böyle gelmiş, böyle gider. Kim başarmış ki bu işi sen başarasın. Kim yılmamış ki bu yoldan sen yılmayasın.

Yol uzun. Yol belirsiz. Yol kurak. Yol tehlikelerle dolu.

Yanarsın. Kül olursun. Savrulur küllerin dört bir yana…

Yok olursun. Karanlığın içine yuvarlanırsın…

Akla geldik, bilindik ve bilinmedik bütün hileleri bir bir kullanmış zihin.

İşkencelerin en duyulmadık, en bilinmedik, en canı candan koparanlarını yapmış kalbe.

Ten istekliymiş candan kopmaya ama kalp ne bedeni terk ediyormuş, ne canı. En onulmaz işkencelerde bile savrulmadan duruyormuş olduğu yerde…

Kalbi işkencelerin en amansızlarıyla dahi yıldıramayan zihin, yeni yeni yöntemler buluyormuş. Horluyormuş, alay ediyormuş, yok sayıyormuş onu. Ama o yok saydıkça, ufalamaya çalıştıkça kalp daha da güçleniyor ve büyüyormuş. Neredeyse ten kafesine sığmaz oluyormuş…

Çünkü kalp, ah o deli divane kalp, zihnin karanlık dediği yerde nurdan başka bir şey görmez, göremezmiş. Alemin var dedikleri onun için yokmuş. Yok dedikleri varmış.

O kalp ki söylemeden duramazmış türküsünü.

O kalp ki Mansur olmuş yaradana, Mevlana olmuş Şems’e, Mecnun olmuş Leyla’ya, Ferhat olmuş Şirin’e…

Ama mutlaka ve daima, ezelden ebede, noktanın sonsuzluğunda dönmüş durmuş.

Dilek Yaraş
www.yorumsuzblog.org
dilekyaras@gmail.com

Korkuyordu Ölesiye…

Yayınlandı: 22/02/2009 / Dilek Yaraş
Etiketler:

O kadar hassastı, o kadar hassastı ki -kendince- insanların kalplerini kırmamak için sürekli bir susuş ve kaçış halindeydi… Çevresine ve kendisine en büyük zararı bu şekilde verdiğinin farkında bile değildi.

Aslında, duygularını kendisine bile nasıl ifade edeceğini ve ifade ettiğinde ortaya çıkan yeni duygularla nasıl başedeceğini bilemiyordu…

Her zaman böyle değildi elbette… Onun da kendini sereserpe çırılçıplak ortalara saçtığı yıllar olmuştu… Gün be gün içine kapanmayı, maskeler edinmeyi öğreten yıllar…

Çünkü, tüm açıklığı ve saflığıyla gösterdiği duygularına karşılık ya yargılanmış, ya aldatılmış ya da cezalandırılmıştı…

Şimdiyse hayatındaki bütün ‘’önemli’’ insan ilişkileri felaket bir kaos yumağı halindeydi. Özellikle de kendisiyle olan ilişkisi.

Çok çetrefilli bir öğrenme süreci, çok zorlu bir sınavdı bu…

Bulutsu hayalleriyle hayatın ona sunduğu katı gerçeklik arasında bir denge kurmayı öğrenmesi gerekiyordu.

Bu ikilemli ruh hali, tuhaf kişilik çatışmalarını tetikliyor ve onu karakteriyle hiç bağdaşmayan tutarsız davranışlara sürüklüyordu.

Hem kendi öfkesinden, hem de karşısındakinin öfkesinden korkuyordu ölesiye… Ama sadece korkmak ve engellemek öfkeyi yok etmiyordu elbette… Adeta bastırılmış bir öfke fıçısı gibi dolaşıyordu ortalıkta…

Onu sevenler de korkuyorlardı aslında. Çünkü, ya en olmadık yer ve zamanda infilak ederek hem kendinde hem de çevresinde onarılmaz hasarlar oluşturacağından yahut da bünyesinin, daha doğrusu içindeki o temiz insanın, o cevherin, bu kadar korkak, iki yüzlü bir yaşamı daha fazla kaldıramayarak amansız hastalıklara yakalanacağından ve kendi kendini imha edeceğinden endişeleniyorlardı… Ama yapacabilecekleri fazla bir şey de yoktu. Ellerinden geldiğince, duyurabildiklerince uyarmaktan ve ona içindeki cevheri hatırlatmaktan başka.

O ise, dişlilerine takılıp kaldığı bu çarkın içinde umarsızca dönüp duruyordu. Elde ettiği maddi güçler ve bu güçlerin getirisi sahte dostlardan oluşan çevresiyle kalbi ve aklı perdelendikçe perdeleniyordu.

Ve o giderek kalınlaşan ve yoğunlaşan perdelerin farkında bile değildi.

Ancak, arasıra bastıran karabasanlarda, sebebini anlayamadığı sıkıntılardan çok bunaldığı anlarda bir şeylerin ‘’gerçekten’’ ters gittiğini, iki dünyasını da mahvetmek üzere olduğunu, yani madden ve manen korkunç bir çöküş yoluna girdiğini hissediyordu.

Kalp gözünü açması gereken bu hissediş, zihninin oyunuyla hem kalbine hem de aklına daha da kalın ve üzeri bir takım ‘’sahte’’ idealizm boyalarıyla süslenmiş bir perde daha örtmesini sağlıyordu.

Sıkıntılarının içindeki kendi payını, kendi sorumluluğunu kabul etmek, kendisiyle ve zarar verdiği insanlarla yüzleşmek ölümden beterdi onun için.

En kolayı, talihsizliğine ağlamak ve kadere isyan eden şarkılar söyleyerek kendine acımak, hatta acındırmaya çalışmaktı…

Yüreğinden kopup zorlukla kulaklarına ulaşan o ince cılız sesin sessiz çığlıklarını içinde patlayan öfke nöbetleriyle bastırmaya çalışıyordu… O ses ki ısrarla, yorulmadan, bıkmadan gittiği yolun yol olmadığını, kendisini yutan mahveden bir girdabın içinde giderek dibe çekildiğini anlatmaya çalışıyordu ona.

‘’Haydi,’’ diyordu, ‘’haydi, bütün gücünü topla ve çık şu girdabın dışına. Yoksa bataklığın içinde yitip gideceksin…yoksa… yoksa…’’

Kendisini onurlu insan olmaya, içindeki cevhere yaraşır davranışlara davet eden bu ses ancak rüyalarının gerçek üstü boyutunda ulaşabiliyordu ona, bazen tatlı bir düş bazen de dehşetli bir karabasan olarak…

Hakikatin izlerini gösteren latif rüyalardan kendi seçimleriyle yarattığı maddesel rüyasına döndüğündeyse her şeyi unutuyor ve içini dışını sarmış sahteliklerle avunmayı tercih ediyordu.

Avunamayan, her şeyin farkında olan sadece içinin en kuytularında gizlenmiş olan o cevherdi.

O cevher ki bazen aynaya bakan gözlerinin içinden en delici nazarlarla ulaşmaya çalışıyordu ona… Ama nafileydi… Çünkü, korkularla esir alınmış bir zihnin gözlere, akla, kalbe örttüğü perdeyi kaldırmak pek yaman, pek zor bir işti….

Aslında, gerçekle, hatalarıyla yüzleşmek yerine kaçmayı seçmeseydi; içindeki öfke dalgalarını yapıcı bir biçimde, doğru zamanda doğru kişilere yöneltmeyi öğrenebilseydi en sonunda en yakıcı biçimde öfkelendiği tek kişiye, ‘’kendisine’’ ulaşabilecekti… Kimbilir belki de ateşlerin içinde yana yana yanmamayı öğrenerek özünü kaplayan kir tabakalarının eriyip gitmesini ve içindeki o cevheri ortaya çıkarmayı  başarabilecekti….

Kaçışlarıyla, susuşlarıyla dibe o kadar yaklaşmıştı ki aynı eski dostlarının tümünü kaybetmek üzere olduğu gibi özünü de kaybetme yolundaydı.

Bu gidişin kaçınılmaz sonunun yaklaştığını her hissedişinde çaresiz bir paniğe kapılarak biraz daha o insan ruhunu  lime lime parçalayan çarkın içine gömülüyordu….

Zavallı ve yorgun kalbinin en derininden gelen o sesin verdiği rahatsızlığın, gördüğü karabasanların, kendisini her şeye rağmen ve gerçekten sevmeyi becerebilen dostlarının uyarılarının, sitemlerinin bitmesi için dua ederken  bu duanın kabulünün kendisinin idam fermanı olacağını düşünmüyordu bile….

Bilmiyordu ki bu rahatsızlık, bu karabasanlar, bu uyarılar olduğu sürece umut vardır, can vardır. Bilmiyordu ki dermanı derdinin içinde saklıdır. Ve bilmiyordu ki karanlığını aydınlatacak ışığın düğmesi, özünün cansuyu o latif sestir; o karabasanlardır; o uyarı ve sitemlerdir.

Dilek Yaraş
www.yorumsuzblog.org
dilekyaras@gmail.com

Mutlak Pozitif

Yayınlandı: 04/02/2009 / Dilek Yaraş
Etiketler:

Önce kaos vardı… Karanlığın içindeki kaos… Kaosun içindeki düzen, karanlığın içindeki ışık açığa çıktığında sonsuz huzura ulaşılacaktı…

Umutsuz ve çaresiz ruhlar karanlığın içinde savruluyorlardı oradan oraya…
Kaynaktan ayrı düşmüşlerdi… Milyonlarca ışık yılı öteye savrulmuşlardı. UNUTMUŞLARDI!… (daha…)

Mahzunlar Kervanı

Yayınlandı: 24/01/2009 / Dilek Yaraş
Etiketler:

Bildik hiçbir duygu tanımlayamaz içindeki hali. Hepsi ve hiçbirisindir. Teslimiyet, tevekkül dahi anlamını yitirmiştir bu noktada.

İçini kaplayan sevgi öylesine soyut, öylesine büyüktür ki ne sende uyanan duygunun türünü ne de sevdiğini tanımlayabilirsin.

Gece gündüz ağlarsın. Her an onu düşünür, hissedersin. Onu soluk alıp verirsin.
Beyin ve kalp denen iki organın amansız bir savaşa girmiştir sanki.
Der ki beynin: Ama benim ihtiyaçlarım, arzularım, beklentilerim, olmazsa olmazlarım… (daha…)